Ah ne kadar kıymetli bir kitap, bilseniz.
Bu kıymet hem eserin güzelliğinden, hem de bulunmasının zorluğundan ileri geliyor elbette.
İlhami ALGÖR'ün kaleme aldığı bu eserden geçen yıl haberdar olmuş ve kitapçılardan sormaya başlamıştım. Gel gör ki, hangi kitapçının kapısını çaldıysam, yoktu, tükenmişti, yeniden basılmıyordu. Ben de internetteki sitelerden alırım dedim. Nafile. Onlarda da yoktu, tükenmişti. Tabi bu arayışlar sırasında takvimden sayfalar kopuyor, günler aylara dönüşüyordu. İkinci el kitaplar satan bir sitede ( ki ismi lazım değil) okunmuş, eski püskü, hatta karalanmış haline piyasa fiyatının tam tamına beş katı değer konmuştu. Bulmanın sevinci ile fiyatın uçurumu arasına gerilen ipte gittim geldim önce. Sonra tam da almaya karar vermişken, babil.com'da , hem de iyi fiyata, yenisini buldum ve satın aldım. 2014 yılının son gününde yapılan bir alışverişti ve yıl için, güzel bir kapanış olmuştu. Şu an hemen hemen tüm kitap alışveriş sitelerinde kitabı bulabilirsiniz.
İlhami ALGÖR, iç seslerin gücünü, bazı şeylerin söylenince ya da söylenmeyince yitirildiğini ya da kazanıldığını ve her şey tam gibi görünürken, aslında daima eksik olan bir şeyler olduğunu o kadar güzel anlatmış ki. "Bir kitap bu kadar kısa iken, nasıl bu kadar güzel oluyor?" diye düşünmeden edemedim.
Kahramanımız, bitirim, hayalperest, aşık ve çok sesli. Öyle ki, kapının kilidiyle bile konuşabiliyor. Onun bu halleri, çok sevdiği Müzeyyen'in sorgulayıcı ve zaman zaman küçümser tavırlarıyla çarpışınca kitaptaki hikaye ortaya çıkıyor. Ayrıca, sayfa aralarına eklenmiş resimlerle de bu tutkulu hikaye destekleniyor.
Kitapta çok sevmenin tutkusu da var, yalnızlığa övgü de. Hep bildiğimiz ama yüzleşmekten korktuğumuz çoğu duygunun inceden işlendiği bu kitabı bir kaç kere daha okuma niyetindeyim. Biliyorum ki her okuyuşta farklı bir tat bulup, farklı bir noktada takılıp kalacağım.
Kitaptan uyarlanan filmi henüz izlemediğim için bir karşılaştırma yapamam. Ama bu kadar ince bir kitabı filme dönüştürmek için senaryoya eklenen sahneler olduğunu tahmin etmek zor değil. Kısmet olur da, kitaptan aldığım lezzetten vazgeçme hevesine kapılırsam filmi izler ve bu yazıya da görüşlerimi eklerim.
Bir kaç alıntı ile yazımı bitirirken, bu güzel kitabı okumanızı, şiddetle tavsiye ediyorum.
"Ben sözlerden değil bakışlardan tırsardım. Bakışların arkalarını sezer, sezgilerim doğrulanana kadar mecburen bekler , beklerken kafayı yerdim. Konuşunca mesele yoktu. Ayrıca bu devirde herkes en azından iki tane idi. Daha kalabalık olanları da görmüştüm."
"Çıt"ın nasıl bir şey olduğunu henüz bilmiyordum. İçimden öyle geliyordu. Başka bir son düşünemiyordum. Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine..."
"Bir eli omzumda, diğeri çenesinde, bir yerlere dalıp gitti. Nefes bile alamıyordum. Eli orada kalsın istiyordum. Kalsın, bana dönsün, sessiz bir “Ne?” desin, ben kedi olup çene altına sokulayım, sonra gerdanına, göğsüne sarılayım, sarılıp tenime yapıştırayım, sonra yine yunus, yılan balığı, yaprak, polen ve... Eski günlerdeki gibi."
"Bazı gece yarıları uyanır, beni, kendisini seyrederken bulurdu. Yüzümü okşar, burnumu oynatır ya da göğsüme sokulur, yine uyurdu. İçim büyür, içimde dolunay olur, önünden ince bir bulut geçer, bedenim manzaraya dar gelir, burun direğim sızlardı. Usulca kalkar, pencerede bir sigara içerdim. Saray uyur, burnu uyur, şehir uyur, martılar uyumazdı. Bir de karşı apartmanın arka pencerelerinden biri. O ışık bana iyi gelirdi. Nedenini bilmezdim."